"Enter"a basıp içeriğe geçin

Benim Hikâyem – 1: Nasıl Müslüman Oldum?

İslâm’ı nasıl kabul ettiğimi anlatmak için olayın en başından, çocukluğumdan başlamam uygun olacak sanırım. Biraz aklım ermeye başladıktan sonra annemin bana öğrettiği ilk şeylerden biri dua etmek oldu. Her akşam yatmadan önce dua ederdim, kısa sureleri 30-40 defa okurdum. Babannem, bunu duyunca beni “kafayı yemekle” korkutup bu kadar okumamamı söylemişti. Biraz korkmakla birlikte çok umursamadım. Okumaya devam ettim. Henüz çocuk olduğumuz yaşlarda ablam eline bir namaz kitabı alır, imam olarak benim yanıma geçer ve kitabı okuyarak namaz kıldırmaya çalışır, bende onu taklit ederdim. Annemden doğruluk, iyi ahlâk, dua ve namaz eğitimi aldım çocukluğumda… Birkaç yaz tatilinde de camiye gittim. O dönemden aklımda sadece, cami imamının anlattığı, bir kralın karşısında boyun eğmemek için arkası dönük huzura giren bir bedevi ile ilgili bir hikâye ve hatim için ezberlediğim Kur’an sayfasının yarısını camide tüm köye tilavet ettiğim bir sahne kaldı. Babam benimle fazla ilgilenmezdi. Gündüz ya işte olur yada gezmeye gider, akşamları ise arkadaşlarıyla âlem yapar eve gece yarısından sonra gelirdi. Annemin en büyük hedefi bizi okutup yoksul hayattan kurtarmaktı. Hedeflediği gibi de oldu. Ben ve ablam büyüdük, nispeten başarılı bir okul hayatı geçirdik ve üniversiteye gittik. Bu süreçte, ara sıra denk geldiğim dindar insanlar ile yaptığım konuşmaları saymazsak herhangi bir dini eğitim almadım. Bilgisayar Mühendisliği bölümünde okuyordum ve ilk 3 senem bitmişti. En son yaptığım duanın üzerinden 8-9 yıl geçmişti. 20 sayfadan fazla Kur’an Meali okumuşluğum yoktu. En son ne zaman namaz kıldığımı hatırlamıyordum. Yıllardır aklımda net bir yaratıcı inancı yoktu. Kafam bu konuda karmaşıktı ve dinler hakkında da hiçbir şey düşünmüyordum. Benim için hayat, bu dünyadan ibaretti. (Necm Suresi’nin 29 ve 30. Ayetleri o dönemdeki durumumu çok güzel özetliyor sanırım.)

Büyük değişim başladı…

Üniversite 4. sınıfta geleceği ve hayatı düşünmeye başladım. Kariyer yapacaktım, belki evlenecektim, ev, araba alacaktım, peki ya sonra? Gezecektim, eğlenecektim, yiyip içecektim, peki sonra? Belki mal varlığım ile etrafımdakilere hava atacaktım, sahip olduğum değerli şeylerle kibirlenirken, zayıflıklarımın üzerini örtecektim. Peki sonra? Yaşlanacaktım. Tıpkı benden önce yaşayan milyarlarca insan gibi ölüp toprak olacaktım. 150-200 yıl sonra, ben ve benimle birlikte yaşayan hiçkimse hayatta olmayacaktı. Yaşadığımız hayatlar, yaptıklarımız, anılarımız unutulup gidecekti. Mezarlarımızı ziyaret eden biri bile kalmayacaktı ve sonrasında bir mezarımız bile kalmayacaktı. Aramızdan en ünlü olanlar, tarih veya bilim kitaplarındaki birkaç satırda anılacaktı. Anılmasının ne önemi vardı ki zaten!? Dünya’da birgün yok olup gidecekti. Bizden önce yaşamış ve şuan dilleri ve kültürleri hakkında bile hiçbir fikrimiz olmayan birçok medeniyet gibi bizlerde yok olup gidecektik. Öyleyse, şu koskoca evrende, bu hiçliğin içerisinde yaşamanın ne anlamı vardı?

Hiçbir anlamı yoktu ve bende hiçbir anlam bulamadım.

Hayata bu bakış açısıyla bakanlar (ateistler), Richard Dawkins’in de dahil olduğu Atheist Bus Campaign’de slogan olarak seçtikleri yaşama nedenlerini şu şekilde açıklıyordu: “THERE’S PROBABLY NO GOD. NOW STOP WORRYING AND ENJOY YOUR LIFE! (Muhtemelen bir Tanrı yok. Endişelenmeyi bırak ve eğlenmeye bak.)” (Kaynak: Wikipedia)

Onlar için, yada benim için mesele buydu. Muhtemelen yaratıcı yok. O halde ahlak, adalet, hesap verme konusunda endişelenmene gerek yok. (Herkesin içinde tabi ki bu kural ve kaidelere bağlı görünebilirsin, ama mesele kapılar ardında yapılacak faaliyetlere gelince; organ mafyası, uyuşturucu taciri, ortadoğuya demokrasi getireceğim ayağına oradaki insanları katledip mallarına çöken bir egemen güç olabilirsin çünkü eğlenmek için para lazım, kazanırken nasıl kazandığının önemi yok.) Sadece kendini ve eğlenceni düşünebilirsin. Madem toprak olup gideceksin, keyif alacağın şeyler yap. Bu şeyleri yapmandan kaynaklı ortaya çıkacak problemlerin hesabını vermeyeceksin. Açıkçası bu fikir beni çok tutmadı. Ateistler gibi dibine vurmasam da eğleniyordum, en kötü alışkanlığım sigara içmekti. Bol bol sigara içiyor, arkadaşlarla gezip tozuyor, boş vakitlerimde film izliyor ve gelecekte daha fazla maddi kaynak oluşturmak için gerekli olan eğitim/öğrenim faaliyetlerimi yürütüyordum. Mikro ölçekte düşününce; yaptığım şeyler kısa ve orta vadede anlamlıydı fakat makro ölçekte düşününce hiçbir anlamı yoktu. Herşeyin sonu boşluğa ve hiçliğe çıkıyordu. Koskoca evrende, küçücük bir kürenin üzerinde yaşayan biyolojik canlılardık. Sevgi, aşk, nefret, hüzün, bağlılık ve diğer tüm duygularımız basit kimyasal ve elektriksel bir takım tepkimeler sonucu ortaya çıkıyordu. Uzun lafın kısası; herşey değersizdi çünkü doğa hiçbir şeyi iyi-kötü, ahlaklı-ahlaksız, başarılı-başarısız olarak kategorize etmiyordu. Sadece olaylar ve sonuçları vardı.

Artık yaşamak istemiyordum…

Hayat benim için bir ızdıraba dönüşmüştü. Hiçbir şeyden zevk almıyor, yaşamak istemiyordum. Kalbim, zihnimdeki düşünceler nedeniyle acı çekiyordu. Oysa doğaya baktığımda, her canlı kendi doğal ortamı içerisinde mutluydu. her nesne olması gerektiği yerde işlevini sorunsuz yerine getiriyordu. Ancak canlılar doğal ortamından koparıldığında bizdeki gibi onlarda da psikolojik sorunlar başlıyor ve ölüme kadar gidebiliyor, nesneler de olması gerektiği yerden alındığında doğa ve nesnenin dengesi bozuluyordu. Buradan vardığım sonuç şu oldu; Ben, yanlış yerde duruyordum. Tıpkı doğal ortamından koparılan bir canlı gibi, doğal ve olması gereken yerden koparılmış/kopmuştum ve var olduğum durum içerisinde acı çekiyordum. Öyleyse, kalbimin rahat olacağı, psikolojimin sağlam olacağı zihinsel durumum, yada manevi olarak içinde bulunmam gereken doğal ortamım neresiydi? Derhâl bir şeyhin yanına gidip derviş olmayı, bir kemalistin yanına gidip çağdaşlık adı verilen yaşam tarzına inanmayı, sokaklarda yumruk sallayan bir komünist olmayı yada Kur’an okumayı seçmedim.

Kendi benliğimi dinlemeyi ve yönlendirdiği yöne gitmeyi tercih ettim.

Açıkçası bu kısmı doğru aktarabilmek konusunda endişelerim var. Ama elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağım:

Aslında hepimiz aynıyız. Temelde neredeyse 2 elin parmağı kadar duygumuz ve mantık, akıl gibi ek özelliklerimiz var. Bu duygular ve düşüncelerimiz etrafında hayatımız şekilleniyor. Bu duygulardan bazıları; Korku, sevgi/aşk, nefret, utanç, özlem, adalet/hak, üzgün olmak, hüsran, güven, kalıcı olma duygusu vs…

Benliğimde var olan bu duygulara baktığımda, materyalist bir dünya için çok fazla olduklarını gördüm. Bir nevi, bu dünyaya ait değil gibiydiler. Örnekleyecek olursam: Kalbimde kalıcı olma, sonsuzluğa uzanma duygusu vardı ama materyalist zihnim hiçlik ve yokluk düşüncesi ile doluydu. Kalbimde en güzeli sevme ve ona meyletme arzusu vardı, ama zihin süzgecimle baktığım dünyada en güzel veya güzel diye birşey yoktu. Sadece madde ve insanların ona yüklediği boş manâlar vardı. Her bir insan sevgisini farklı şeylere yönlendirmişti: Kimi karşı cinse, kimi arabalara, kimi paraya, kimi şöhrete… Ancak akıl süzgecinden geçirince bu mantıksızdı. Çünkü araba bir tenekeydi, şöhret ve para gelip geçiciydi, karşı cins ise hadım olana veya yaşlanana kadar güzeldi. Korkuya bakacak olursak, insan kalbinde çok derin bir korku vardı. Açlık korkusu, sefalet korkusu, sevdiğini kaybetme korkusu, ayrılık korkusu, başıma birşey gelir korkusu… Ancak doğaya baktığımızda duygularımızın tam karşılıkları yoktu. İnsanoğlunun duyguları, hep aşırıydı. Ne bizim korktuğumuz kadar korkulacak, ne sevdiğimiz kadar sevilecek, ne bağlandığımız kadar bağlanılacak, ne bizim kaybetmekten korktuğumuz kadar korkulacak birşey vardı.

Sevgi, bağlılık, kaybetme korkusu; ayrı kaldıktan belki birkaç yıl sonra unutacak kadar olmalıydı ancak çok daha derindi. Ne bir kadının sevgisi uğruna Babil Asma Bahçeleri’nin yapılmasına, ne de para sevgisi uğruna doğanın ve insanların katledilmesine gerek vardı. Öyleyse evrim bir yerde hata mı yapmıştı? İnsana gelince bir arıza çıkmış ve duygular aşırı mı yüklenmişti? Yoksa insan, duygularını olması gerekenden farklı bir yöne çevirdiği için mi bu kadar sorun ve sıkıntı yaşıyordu? Ben ikinci şıkkın doğru olduğuna kanaat ettim. Buna 2 gerekçe zikredebilirim:

  • Gözlemleyebildiğimiz evrende kusursuz denebilecek bir düzen vardı. Sineklerden, kara deliklere kadar hangi ölçekte düşünürsek düşünelim bir sistem ve bu sistemde doğru yere oturunca düzgün çalışan çarklar varken birtek insanın hatalı olmasını evrimin bir hatası kabul etmek; akıl, mantık ve istatistiğe aykırıydı.
  • İlk gerekçem benim için ikinciye giden bir yoldu. Madem insan zihni/manevi olarak doğru yerde durmadığı için problem yaşıyor, öyleyse doğru yer neresidir? İşte ikinci gerekçem insanın duygularını yönlendireceği doğru yeri görmüş olmamdı.

Peki doğru yer neresiydi?

Sevgi; Dünya’da olan herhangi birşeye yöneldiğinde insanın maneviyatında ve insanlar arasında bir düzensizliğe neden oluyordu. Tabi burada, bilardo oynamaktan hoşlanmak gibi bir sevgiden bahsetmiyorum. Her birimizin sahip olduğu,uğruna büyük fedakârlıklar yaptığımız, bedeller ödediğimiz ve emek harcadığımız sevgiden bahsediyorum. Bir kadını çok seven, ayrıldığında onu ve kendisini öldürebiliyor çünkü onsuz bir hayat düşünemiyor, parayı çok seven para uğruna GDOlu ürünler üretebiliyor, insanları ve toplumları katledebiliyor, dolandırabiliyor, çocukları katledebiliyordu. Sevdiği şeyi elde edemediği, yada ettikten sonra yaşadığı kaybetme korkusu nedeniyle hissettiği huzursuzluk da cabası. Ancak o yoğun, hiç bitmeyecekmiş gibi olan ve insana herşeyi yaptıran sevgiyi, insan Allah’a yönelttiğinde sorun çözülüyordu ve bu duygu olması gerektiği duruma geliyor, deyim yerindeyse sistemin doğru çalışan bir dişlisi oluyordu. Çünkü kişi Allah’ı sevdiğinde O’na yakın olmak istiyordu ve O’na yakın olmanın yolu da belliydi. İyilik yapmak, vicdanlı olmak, merhamet göstermek, saygılı olmak, hak yememek, kötülükten ve kötü olandan uzak durmak, haksızlığa dur demek, doğaya ve hayvanlara karşı merhametli ve koruyucu olmak. Kişinin Allah’a yakın olması için yapması gerekenler bunlardı. Bu sınırların dışına çıktığında Allah’tan, dolayısıyla Sevdiğinden uzaklaşırdı ve bu da bir insan için düşünülecek en kötü şeydi.

Gelelim korkuya; Korku’da dünyada olan birşeye yöneldiğinde kişiyi onun kölesi yapabiliyor yada kişinin psikolojisini bozabiliyor, toplumun da bozulmasına neden olabiliyordu. Örnek verecek olursak, aç kalmaktan korkan insan hırsızlık yapabiliyor, kraldan korkan kralcılık yaparak haklı haksız ayırt etmeden kralın emrini yerine getiriyor. Bu korkular nedeniyle insanların yaşadığı sıkıntı ve buhranlar da cabası. Ancak kişi Allah’tan korktuğunda korku yine faydalı bir duyguya dönüşüyor. Allah korkusu taşıyan kişi günah ve kötülükten uzak duruyor, haksızlık yapmaktan veya birilerine yaltaklanmaktan kurtuluyor. Korku onun için, manevi boyutta bir huzur vesilesi oluyor ve toplum için de sağlıklı bir güven ortamı oluşmasını sağlıyor.

Birde Nefret duygusuna değinmek istiyorum. İnsan nefret duygusunu Allah’ın rızası doğrultusunda yönetmediği zaman;

  • Aynı ırktan olmadığı için bir başkasından,
  • Karşı cinsten,
  • Kendisi gibi düşünmediği için bir başkasından,
  • Kendisi ile dünyalık zevkler arasında duran bir insandan,
  • Hayvanlardan, bitkilerden, diğer insanlardan ve doğadan nefret edebilir.

Bu durum da malumunuz üzere türlü problemlere neden olur. Ancak bu duygu Allah’ın rızası doğrultusunda yönlendirilirse; Kur’an’ın deyimiyle ekini ve nesli ifsad eden, yeryüzünde bozgunculuk yapan, tecavüzcü, katil, cani, mafyatik kişilere, yapılara ve devletlere yönelir. Bu durumda o kötü yapıların ve insanların gücünü kırar ve kötülüğün yeryüzünde azaltılmasını veya yegâne hedef olarak yok edilmesini sağlar. (Burada bir uyarıda bulunmak istiyorum. Her insan nefret eder, sevgi besler ve korkar. Duygular her birimizin ortak olduğu bir konudur. O yüzden kimse Müslümanlar nefret ediyor demesin. Çünkü İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir Müslüman kötüden ve kötülükten nefret ederken, aksi inançtakiler; Filistin’de olduğu gibi toprağına çökmek istedikleri bebeklerden, Suriye ve Irak’ta gördüğümüz gibi petrolüne göz koydukları mazlum ve zayıf toplumlardan veya sırf bu duygunun verdiği hazzı yaşamak için kedi, köpeklerden nefret etmektedir.)

Her duyguyu tek tek sıralayacak değilim ancak hasret, özlem, güvende olma ihtiyacı gibi tüm duyguları tek tek değerlendirerek aynı sonuçlara ulaşabilirsiniz.

Bu kısmı özetleyecek olursam, insanın zihinsel olarak bulunması gereken doğal ortam; Yalnızca Allah’a kulluk ortamıydı. Yalnızca Allah’ı çok sevmek, O’ndan korkmak, O’nun rızasını arzulamak, O’na yakın olmayı istemek, O’na sığınmak, O’na hasret ve özlem duymak, O’ndan utanmak, O’nun düşmanlarından nefret etmek, O’nun sevmediği biri olmaktan korkmak, O’nu öncelemek…

İşte insanın da evren dediğimiz bu sistemde sağlıklı olarak yaşamasının, sistemi ve kendini bozmadan hareket etmesinin yegâne yolu buydu. (Ra’d Suresi 28. Ayet, Rum Suresi 41. Ayet, Bakara Suresi 205. Ayet)

Budizmi, Hinduizmi, Hristiyanlığı ve diğer tüm dinleri oturup araştırmadım. İşe en yakınımda olan kaynak ile, Kur’an ile başladım. Kur’an Meali okudum ve okudukça taşlar yerine oturdu. Hayatta hiçbir şeyin anlamı yok noktasından, içtiğim bir bardak suyun bile bir anlamı var, bana Rabb’im tarafından lütfediliyor noktasına geldim. Kur’an’da, yukarıda anlattığım sistemi buldum. Duygular doğru yerlerine oturtuluyordu.

Tabi bu süreç basit olmadı, İslâm Dünyası’na, Müslümanların arasına sinsi bir yılan gibi sızmayı başarmış birçok inançla karşılaştım bu süreçte. Adı İslâm olan ve neredeyse her coğrafyada saygı gören ama İslâm ile ilgisi olmayan birçok inanç ve itikad ile karşılaştım. Peygamberimiz(sav)’in haber verdiği 72 fırkadan bazıları ile yolum bir şekilde kesişti. Bu inançları elemede ve pak ve doğru İslâm’ı bulmamda en büyük yardımcım Kur’an ve sonrasında hadisler oldu. Bir sonraki yazılarda karşılaştığım bu inançlara, bende yarattıkları manevi etkilere de değinmeye çalışacağım Allah’ın izniyle.

Selamette kalın…